İçin Yaşamak

Tutamadı kendisini ve gözünden süzülen yaşla buğulanan görüntüdeki manzarayı izlemeye devam etti. İçinde geçen cümleler vardı ama şimdilik söylemek istemiyordu. Şu an yıllardır hayalini kurduğu yerdeydi ve sadece bu zaman dilimini yaşamak istiyordu. Düşünceleri avuçta tutulmaya çalışılan su gibi bir yerlerden sızıp kafasına doluşuyordu. Elindeki  çayının son yudumunu alıp manzaraya karşı ciğerlerini dolduracak kuvvetli bir nefes çektikten sonra ayaklandı. Şimdilik bu manzaraya elveda deme vaktiydi.

Adımlarını hızlandırarak geçti insan kalabalıklarının arasından. İçinde insanlara, zamana veya mekana dair bir özlem yoktu. Özlediği şey kendisiydi. Uzun zaman olmuştu, ilk gelişini hatırladı; ilk metrodan çıkışı, boğazı görüşü, etrafı sularla çevrili adeta yalnızlığa mahkum olmuş fakat duruşuyla ne kadar yalnız da olsa umudun timsali Kız Kulesine baktığı o zamanlar geldi aklına. Yüreğindeki heyecan; yerinde duramadan hayalini kurduğu, sevgilisi olan şehre attığı ilk adımı  ve sokaklarında gezerken ‘’Ben aşık olduğum şehirdeyim!’’ diyerek, zamanı ve şehri iliklerine kadar yaşadığı günlere gitti ve özlemi bir daha yenilendi. Düşüncelerinden kaçar gibi bir refleksle önündeki adamı tek hamlede geçip kendisini Süleymaniye’ye atmak istiyordu. Heybetli Süleymaniye’ye…  Duruşuyla şehrin hakimiyetinin kendisine ait olduğunu söyler gibiydi. Yokuşu tırmanırken aklına dostlarıyla konuşmalar yaparak, yarının hayalini kurup Süleymaniye’de bir akşam namazı kılmaya gittikleri günler geldi. Özlemişti onları. Öğle namazı için sözleşmişti o günlerden kalan bir dostuyla. Aklına birden namaza yetişme telaşı yerleşti ve koşar adımlarla yokuşu tırmanmaya başladı.

 Süleymaniye’ de dostu, arkadaşı, yoldaşı diyeceği Arif abisi ile sözleştikleri kendi deyimiyle yavur taşlı kapıda buluşacaklardı. Doğru bildiği ama yanlış olan bir hikayeden ötürü üniversite yıllarında burayı kendince bu isimle anmış. Bu ismi vermesinin hatırası geldi aklına. Süleymaniye’nin avlusuna giriş yapılan üç büyük kapıdan kıbleye doğru bakarken sağ kısımda kalan kapıya vermişti bu adı. Kapıya bu ismi vermesinin sebebi granit bir taştı. İstanbul’a ilk geldiği zamanlarda kimdi hatırlamıyor birisinden dinlemişti o taşın hikayesini. Sonra arkadaşlarıyla Süleymaniye’de buluşalım deyince hep bu taşın olduğu kapıyı tarif eder kolay olsun diye de yavur taşlı kapı diye söylerdi. Tabi ileride o hikayenin Evliya Çelebi’nin kitabında geçtiğini ama aslında doğruluğunun da olmadığını sonradan öğrenecekti. Ama bir kere kapıyı o isimle anmıştı. Arkadaşları da artık buluşmaları sırasında öyle adlandırmaya başlamışlardı kapıyı.

  Evliya Çelebi’nin de kitabında geçen hikayeyi şöyle hatırlıyordu. Zamanın Padişahı Kanuni Sultan Süleyman büyük bir cami yaptırmak ister ve Mimar Sinan’ı görevlendirir. Dönemin devlet başkanları, sultanları ve krallarıda de cami için dünyanın çeşitli yerlerinden hediyeler gönderirler. Hristiyan krallardan biride büyükçe bir granit taş ve mesaj gönderir. Mesajda değerli caminiz için gönderdiğimiz taşı caminizin uygun bir yerine koyun demiştir. Farklı bir rivayette ise bu taşı caminizin en güzel yerinde kullanmanız için özellikle gönderdim diyerek caminin mihrabına konulması mesajını vermiştir. Burada da hikaye yine farklı farklı anlatılmaktadır. Kimi anlatanlar Kanuni Sultan Süleyman taştan şüphelenir ve tetkik etmesi için taşı Mimar Sinan’a verir o da taşı kırdırır ve taşın içinde bulunan haçı bulur. Kimi anlatanlar da de padişah bu taşı kullanması için Mimar Sinan’a verir. Mimar Sinan’da gördüğü bir rüya üzerine taşı kırar ve haçı bulur. Sonra durumu Kanuni Sultan Süleyman’a bildirir. Kanuni Sultan Süleyman’da taşın her gelinip geçildiğinde çiğnenmesi için avlu kapılarından birinin önüne konulmasını ister. Gönderen krala da taşı camimizin en uygun yerine koyduk diye de mesaj gönderir. Tabi bu hikayeyi ilk dinlediğinde de yerine oturmayan bir şeyler sezmişti. Çünkü Osmanlı toplum yapısı ve devlet liderleri bir inancın kutsallarını hiçbir zaman ayakaltı etmemişlerdir. Daha sonradan bu konuyu araştırmış, sanat tarihçilerinden dinlemiş ve işin aslının çok farklı olduğunu öğrenmiştir. İşin aslı şu şekilde olup 1400’lü yıllarda Fatihin İstanbul’u fethettiği yıllara gider. Fatih İstanbul’u fethettikten sonra Ayasofya Patrikhane Kilisesini Ayasofya Fetih Camii olarak değiştirtmiş, Ayasofya Patrikhane Kilisesini de bugünkü Fatih Cami Külliyesinin bulunduğu yere Roma imparatorluğuna bağlı Kutsal Havariler (Apostolos Havariyyun) Kilisesine taşıttırtmıştır. Apostolos Havariyyun Kilisesi o kadar önemliymiş ki Roma imparatorları ve imparatoriçeleri ölecekleri zaman buraya defnedilmek için özel istekte bulunurlarmış. Bu cenazeler Kilisede dev taş lahitlerin içine koyulurmuş. Bu lahitler sandık şeklinde olu beş parçadan oluşmaktadır. Her bir labit sağ ve sol olmak üzere iki uzun taş, ayak ve baş kısıma denk gelen iki küçük taş ve bir taş kapaktan oluşmaktadır. İşte bu kilise Ayasofya, cami olduktan sonra Patrikhane Kilisesi olur. Çok geçmeden Fatih, Apostolos Havarriyyun kilisenin bulunduğu tepeye Fatih Cami Külliyesini yaptırma kararı alır ve dönemin Roma Ortodoks patriğine bunu söyler ve kilise başka bir kiliseye taşınır. Apostolos Havariyyun Kilisesi taşınır ve ardından binası yıktırılır. Tabi bu sırada kilisenin bahçesinde yığınla lahit taşları bulunuyordu. Sağlamlıklarından ötürü bir yerde kullanılır diye istiflenir. Burada şöyle bir ayrıntı vardır. Bu taşların normalde bir sandık gibi durmaları lazımdı fakat o şekilde durmuyorlardı. Konstantinopolis fethedilip İstanbul olmadan tam bir buçuk asır önce Katolik Avrupa tarafından işgal edilmiş ve yarım asırdan fazla yağmalanmıştı. (1204-1261 Latin İstilası). İşte  bu yağma sırasında lahitleri açıp cesetlerin üzerindeki mücevherleri almışlar ve cesetlerden kalanları yakmışlar, lahit taşlarını da parça parça etmişlerdi. İşte bu parçalardı kilisenin bahçesinde bulunan o taşlar. İşte bu profil granitten yapılan taşları yıllar sonra Mimar Sinan  Süleymaniye Camii Külliyesi için kullanmıştır. Bu taşlar granitten oluştuğu için mermerlere göre daha zor aşınır. Bu yüzden cami avlusuna girişlerde kullanılmıştır. Bugün de bakıldığı zaman mermerlerin aşındığı ama granitlerin hala aynı kaldığı görünüyor. Taşlar Lahit taşları olduğu için bunların üzerinde Hristiyanlığa ait emareler kabartma şeklinde bulunur. Bu emareler kazınarak yontulmuş. Fakat o kapıya o ismi vermesine sebep olan üzerine farklı farklı hikayeler uydurulan o taş, taş ustası tarafından haç işareti kazınmış fakat kabartmanın gölgesi azıcık orada kalmıştı. İşte yıllar öncesinde bir taş ustasının taşı yontarken üzerinde bıraktığı o gölge bugün doğru bilinen fakat yanlış olan bir hikayeyi ortaya çıkarmıştı. Bu hikaye ile de kapıya bu adı vermişti. Bu durumun gerçeğini öğrendiğinden beri o kapıya geldiklerinde her arkadaşına anlatırdı bu taşın gerçek hikayesini. Anlatırdı anlatmasına ya ama bir kere yavur taşlı kapı ismi dillerine pelesenk olmuştu. Bu isim ona hem geçmişi hatırlatır hem de biraz utandırırdı. Yüzünde anlamsız bir gülümsemeyle camiye vardı ve o kapıdan içeri girdi.

Yılların hasreti birikmiş gibi sarıldılar birbirlerine. İkisinin de gözlerinin içi gülüyordu. Arif abisi kendisi için çok değerliydi. Yıllarla ölçülse de dostlukları, hiçbir ölçü birimi ölçemezdi aralarında ki bağı. Arif abisi Allah için sevdiği insanlardandı. Onunla üniversite sıralarında tanışmıştı. Kendisinden yaşça çok büyük olmasa da onun büyüklüğünü çok görmüştü. En başlarda her insana olduğu gibi ona da samimi ama tedbirli yaklaşmıştı ama daha sonra oturup sohbet etmeler, çay ocaklarında hararetli ilmi tartışmalar ikisini birbirine daha çok yakınlaştırmıştı. Arif abisi ona hep ne yapması gerektiğini bilen bir adam olarak görünmüş. Bazı durumlarda anlaşamasalar da samimiyetini bilir ve kızsa da işi şakaya vurup geçiştirebilirdi. İlmi konularda hararetleri ne kadar artsa da kızsalar da konuyu şakaya vurunca sanki beş dakika önce birbirlerini boğacak gibi konuşan o adamların yerini şen şakrak adamlar alırdı. Şimdi yılların eskitemediği dostluk onları yine bir araya getirdi. Selamlaşıp sarıldılar.

– Yüzüne hasret kalmışız.

– Hasret kaldık birbirimize abi .

Devam edecek…