“Kapitalist mekanların zıt kutupları, yaşasın çay ocakları”
Başlığa “çay ocakları bir başkadır” yazdım ancak tam başlık “cami avlularındaki çay ocakları bir başkadır” olmalıydı. Başlığı iki kelimde daha uzatmamak için bu şekilde isimlendirmiş olalım.
Küçükken dedemle (Allah rahmet eylesin) birlikte camiye gider, cami çıkısında da avludaki çay ocağına oturur çay içerdik. Gerçi o zamanlar oralet içiyorduk biz. Fazlasıyla tatlı ve bittiğinde boğazda hafif yanma hissi bırakan cinsten. Oralardaki muhabbetlerin hep daha tatlı ve samimi olduğu kanaatini taşıyordum -hâlâ daha aynı kanaatteyim-. Kafelerin, şatafatının ve o her yerden gözümüzü alan ışıklarının, muhabbete gölge düşürdüğü hissiyatını benimsiyorum.
Bugün, Ankara’da, bu mecranın yazarlarından ve kıymetli dost mollazade’yi beklerken, Yunus ağabey ile yukarıda da bahsini geçirdiğim çay ocaklarından birisine oturduk. Bu çay ocaklarında çay bardakları evlerde kullandığımız bardakların neredeyse yarısı kadardır. Ancak bir yudum aldığınızda, küçük hediyelerden çokça mutluluk duyabilen bir insana dönüşebiliyorsunuz bir anda. Yunus ağabeyi özlemiş olmaktan da kaynaklı olsa gerek, uzun süredir bir muhabbetten bu denli zevk almamıştım. Mekanın etkisi de vardı tabi. Hatta biraz da geçmişe gidip oralet içeceğim demiştim ama unuttum, şuan aklıma geldi. Bir dahaki sefere artık.
Velhasıl kelam; basit, küçük ve şatafattan uzak mekanlar ve şeyler bize daha fazla huzur veriyor ve verecektir diye iddia ediyorum. Gerçi huzuru verenin ve kıymeti arttıranın bizim eşyaya ve mekana yüklediğimiz anlamlar olduğunu belirtmek gerekiyor. Bugün de belki, bende bıraktığı izler bağlamında yüklediğim anlam, bu denli zevk almama vesile olmuştur.
Dostlardan ayrılmış ve Konya’ya beş dakikalık bir mesafe kalmışken noktayı koymuş olalım, tekrar yoğunluğa dönüşün hüznüyle.
Bu arada buradan TCDD’ye sesleniyorum, hız tutkunu bir insan değilim ama “yüksek hızlı tren” kime göre, neye göre?