Gören bizi sanır deli,
Muhyî
Usludan yeğdir delimiz…
Tarihsel olarak toplumların her daim delileri ve akıllıları olmuştur. Bu delilik ve akıllılık esasen zihnin sıhhatine ilişkin bir mesele olmasa da zihin sağlığı ile tali bir alakaya sahiptir.
Tarihsel örnekler vermek gerekirse; misalen Cahileye devri için Resul-i Kibriya’nın yaptıkları ancak delilikle ifade edilebilirdi. Zira Cahiliye devri, taş ve çamurdan putlara ve onun ardında gizlenen maddiyata tapan ebu cehillerin akıllı, gözle görülmeyen bir Rabbe iman ve ibadet eden Ebu Bekirlerin deli varsayıldığı bir toplumsal kabulü ihtiva ediyordu. Bu duruma vahiy de işaret etmiştir:
“(Habîbim, yâ Muhammed!) İşte böyle, onlardan öncekilere ne zaman bir peygamber geldiyse, mutlaka (ona da): ‘(O) bir sihirbazdır veya mecnundur!’ dediler.”
Zariyât Sûresi 52. Ayet-i Celîle
(…) Bir başka örnek ise erenlerdir. Evliyaullahın, çoğunlukla ilk etapta meczup addedilip sonra kerametleri izhar olunca hürmet görmeleri bu duruma delilik ile akıllılığın tebdiline lokal bir örnektir.
Tam da bu noktada toplumların akla uygun olan ve olmayana ilişkin hakim algılarının oldukça göreceli olduğu belirginleşiyor. Bunu derken haşa dün puta tapanmakla bugün namaz kılmayı aynı kefeye koymuyorum. Aksine tam da bu ayrımı koyabilmek adına bu yazıyı yazıyor ve şunu iddia ediyorum:
"Toplumların hakim algılarının çoğunlukla yanlışa meyyal olduğunu; kılavuzları olmadığı sürece iyiden kötüye evrilmeye, dün kötülediklerini yarın kabul etmeye mahkum olacaktır."
Malumunuz bundan bırakın 20-30 yılı 10 sene evvel gündeme getirilmesinden hicab duyacağımız işler, temayüller ve sapkınlıklar bugünün gerçeği(!) haline getirilmiş; dahası meşrulaştırıcı bir mantık silsilesi bile sunulmadan hayatımıza bir takım doğrular(!) icbar edilmiş ve edilmeye devam ediyor. Basit bir örnek lgbt meselesidir. Hiç bir sağlıklı gerekçelendirme faaliyeti yapılmadan salt kitlesel bir değer emperyalizminin neticesinde bugün belki de dünyanın çoğunluğu bu akıl almaz işe başarılı bir sihirle ikna edildi. Gerçekten de lgbt’yi bir hak olarak gören ve tercih meselesi olarak kabul edenlerin çoğunluğu popüler kültüre maruziyetlerinden bu düşünceyi yüklenmiş görünüyorlar. Verili bir düşünce olduğu bariz ve öz-muhakemeden geçmediği oldukça aşikar olan bu popüler düşünceler tam da yukarıda az da olsa gündeme getirmeye çalıştığımıza yanılgı ve yanılsamaya güzel bir örnek daha teşkil ediyor.
Popüler olan her şeye düşmanlık etmek istemem fakat su götürmez bir gerçek ki popüler eğilimler çoğunlukla hatalıdır. Tabiî olanla yani fıtratla çoğunlukla tenakuz etmektedir. Bunun en büyük sebebi ise toplumların rehberleri/kılavuzlarının hataya meyl etmelerinden veya toplum nezdindeki itibarlarını kaybetmiş olmalarından ya da hiç bir şekilde toplumun onları nazar-ı itibara almamış olmasından kaynaklanmaktadır. İşte bu noktada yukarıda risalet örneğini açmak istiyorum:
Nebi ve Resullerin tebliğ görevleri özünde; hareket noktasını kaybetmiş, deli-saçmasından farksız şekilde hareket eden, sahih ölçü ve kaideleri kalmamış toplumları Rabb’den aldıkları nurla tenvir etmektir. Toplumun kaybettiği ölçü ve kaideleri tesis ve mihenk taşlarını mamur etmek için vardır, elçiler. Onlar getirdikleri öğüt ve nasihatlerle esasen hayatın kullanım kılavuzunu toplumlara ulaştırmış oluyorlar. Ayette ifade edildiği üzere:
“(Ey Resûlüm!) O hâlde nasîhat et; çünki Rabbinin ni’meti hakkı için, sen ne bir kâhinsin, ne de bir mecnun!”
Tûr Sûresi 29. Ayet-i Celîle
İnsanların hakim algılarını yıkıp dünyalarını ahirete matuf şekilde mamur edici öğüt verenler her zaman için toplum tarafından marjinalleştirilmiştir. Çok azları bulunduğu topluma derdini aktarabilmiş ve kabul görmüştür. Fakat çağrıya kulak veren topluluklar da insan olmanın hakkını vererek(!) her seferinde bu öğütleri unutmuş; kalbin de hakkını vererek(!) seyyiata meylle ahvalini hubusata inkılab ettirmiştir. Hiç kulak vermeyenlerin durumu ise şu ayette yer bulmuş:
Nerede onlarda ibret/öğüt almak? Hâlbuki kendilerine gerçekten apaçık beyân eden bir peygamber gelmişti. Sonra ondan yüz çevirdiler ve: “(Bu) öğretilmiş bir mecnun!” demişlerdi.
Duhân Sûresi 13 ve 14. Ayet-i Celîleler
Vardığımız noktada günümüze yer vermek isterim. Öyle ya insanlığın en akla (rasyonaliteye) uygun yaşadığı ve tek ölçünün (nakıs) insan aklının olduğu bir zamandayız. Dolayısıyla bu zamanın akıllısı(!) kamil bir akıl sahibi olup delisi hakikatlı bir deli olmalı. İlk önermeye katılmak pek mümkün olmasa da bu zamanın delisinin tüm zamanların en hakikatlı delisi olduğu gönül rahatlığıyla söylenebilir. Öyle ya aksisi nasıl olabilir ki? Aklına mukayyet olmaya çalışan insanın gerçekten delirmemesi çok güç olduğu bir zamandayız. Mukayyet olduğu varsayımında bile zamanın delilerinden biri olmaktan başka bir imkanı da yoktur. Zira herşeyin akla uygun olduğu bu çağda deliye bile deli denmiyorken zamanın delileri, gerçek akıl sahipleridirler. Onlar ki aklıyla ilahi vahiy ve ilhamdan derk ettikleriyle tefekkür edenlerin ve bundan öğüt çıkartıp bu öğüdü tutmaya çalışanların ta kendileridir. Bu zamanın akıllısı ise ahmakların en önde gidenidir. Öyle ki akıl söyleminin ardında gizlenen akılsızlığının farkında bile değildir. İnsan hevasının her şeye ölçüt olmasını rasyonalite olarak vasfetmekle işin içinden sıyrılı verdiklerini sanırlar. Gerçek bir gerekçelendirme sunmaksızın onlarca akılsızlığı, akıl ve makuliyet(!) adına yaparlar. Aynı derdinden delirmemek için içkiye kendini veren şarhoşlar gibi…
Çağın akıllılarından yeterince bahsettik, peki biraz da çağın delilerine gelelim. Delinin muhtelif lugatlerden manasını sizlerle paylaşmak isterim:
-TDK güncel türkçe sözlüğün deli tanımı: Aklını yitirmiş olan, akli dengesi bozulmuş olan, mecnun
-Kubbealtı Lugatı: Aklî dengesini kaybetmekten ötürü kendisine ve çevresine karşı zararlı davranışlarda bulunan, intibâkını yitirmiş, aklını kaçırmış, çıldırmış (kimse), mecnun, dîvâne; sözlerinde ve hareketlerinde pervâsız, aklını yerinde ve gereği gibi kullanmayan, davranışları taşkın ve aşırı (kimse), çılgın.
-Bir başka lugatta ise deliyle eş anlamlı mecnun kelimesi için şu tanıma yer vermiştir: İnsanlara çok hususta uymayan; birini çok fazla sevip aklını kaçıran, aşık; akılsız.
Belki de bu verilen son ifadeler, zamanın delisini tanımlamak üzere başvurulacak en sairh tanımlamadır. Zira bir Müslüman olarak bu çağın insanlarıyla kesinlikle uyuşmak mümkün değildir; hakeza Alemlerin Rabbi olan Mevla’mıza karşı duyduğumuz derin saygı ve sevgiden, dahası bize takdir ettiği dine muhabbetimizden hasıl olan Fahr-i Kainat Efendimize aşkımız bizi meczup etmiş. Nihayetinde aklını hevasına bağlamışların mizanıyla gerçek bir akılsız olmak şeref vesilesidir. Çağın insanlarının deli addettiklerinden olma şerefini kuşanmış her kimesnelere ne mutlu, zira bu ne büyük bir makamdır!
Yazımı, Kalem’e bırakıyorum:
Bismillâhirrahmânirrahîm.
Kalem Sûresi’nin Hayrat Neşriyattan Meali
1. Nûn. Kalem’e ve yazmakta oldukları şeylere yemîn olsun! 2. (Ey Habîbim!) Rabbinin ni’meti sâyesinde, sen bir mecnun değilsin! 3. Hem şübhesiz ki senin için, elbette kesintiye uğramayacak olan bir mükâfât vardır. 4. Ve muhakkak ki sen, gerçekten yüce bir ahlâk üzerindesin! 5,6. Artık hanginizin fitneye tutulmuş (bir mecnun) olduğunu, yakında (sen de)göreceksin ve (onlar da) görecekler! 7. Şübhe yok ki, yolundan sapanları en iyi bilen ancak Rabbindir, hidâyete erenleri de eniyi bilen O’dur. 8. O hâlde (hakkı) yalanlayanlara itâat etme! 9. (Onlar) arzu ettiler ki, (sen, kendilerine) yumuşak davranasın da, (onlar da sana hoşgörülü ve) yumuşak davransınlar! 10,11,12,13,14. (Habîbim, yâ Muhammed!) Çok yemîn eden, aşağılık (kıymetli bir görüşe sâhib olmayan), dâimâ ayıplayan (insanların arkasından dudak büken), hep koğuculuk peşinde gezen, her zaman hayra mâni’ olan, haddi aşan (hakkı çiğneyen), alabildiğine günahkâr, zorba; bun(lar)dan sonra (bir de) soysuzlukla damgalanmış kimselerden hiçbirine, mal ve oğullar sâhibi oldu diye itâat etme! 15. Ona (onlardan birine), âyetlerimiz okunduğu zaman: “Evvelkilerin masalları!” dedi. 16. Yakında onun hortumunun (burnunun) üzerine damga basacağız (da onu rezîl edeceğiz)! 17. Şübhesiz ki biz, o bahçe sâhiblerine belâ verdiğimiz gibi bunlara da (Mekkelilere de o kıtlık yıllarıyla) belâ verdik. Hani (o bahçe sâhibleri) sabaha ulaşan kimseler iken, (henüz fakirler görmeden) onu(n mahsûlünü) muhakkak devşireceklerine dâir yemîn etmişlerdi. 18. (İnşâallah diyerek) istisnâ da yapmıyorlardı. 19. Fakat onlar, (henüz) uykuda olan kimseler iken, Rabbinden bir dolaşıcı (ateş, geceleyin) orayı (o bahçeyi) sarıverdi. 20. Derken (bahçe tamâmen yanarak) kapkara kesildi. 21,22. Nihâyet sabaha ulaşan kimseler iken: “Eğer (bahçenizi) devşirecek olanlarsanız, erkenden mahsûlünüzün başına gidin!” diye birbirlerine seslendiler. 23,24. “Sakın, bugün orada bir fakir yanınıza sokulmasın!” diye kendi aralarında gizli gizli konuşarak hemen gittiler. 25. Hâlbuki (fakirlere yardıma) güçleri yeten kişiler oldukları hâlde, (onları yardımdan)mahrûm etmek üzere erkenden gittiler. 26. Fakat orayı (bahçeyi o perişan hâlde) gördüklerinde: “Muhakkak biz, elbette(bahçesinin yolunu) şaşıran kimseleriz (her hâlde yanlış yere geldik!)” dediler. 27. (Kendi bahçeleri olduğunu kabûllenince de:) “Hayır! (O fakirler değil, asıl) biz (bu ni’metten) mahrum bırakılmış kimseleriz!” (dediler.) 28. Onların en dengeli (hayırlı) olanı: “(Ben) size, ‘(Rabbinizi) tesbîh etmeli değil miydiniz!’ demedim mi?” dedi. 29. (Onlar:) “Rabbimizi tenzîh ederiz; doğrusu biz zâlim kimselermişiz!” dediler. 30. Sonra bazıları bazılarına dönüp birbirlerini kınamaya başladılar. 31. (Nihâyet) dediler ki: “Yazıklar olsun bize! Doğrusu biz azgın kimselermişiz!” 32. “Olur ki Rabbimiz, bize onun yerine ondan daha hayırlısını verir. Şübhesiz biz,(artık) Rabbimize (O’nun rızâsına) yönelenleriz!” 33. İşte azab böyledir! Elbette âhiret azâbı ise daha büyüktür! Keşke bilselerdi! 34. Şübhe yok ki takvâ sâhibleri için, Rableri katında Naîm Cennetleri vardır. 35. Hiç Müslümanları o günahkârlar (o zındıklar)la bir tutar mıyız? 36. Size ne oluyor? Nasıl hüküm veriyorsunuz? 37. Yoksa size mahsus bir kitab var da (bu hükümleri) onda mı okuyorsunuz? 38. Onda: “Ne beğenirseniz, muhakkak sizindir!” (diye mi yazılı?) 39. Yoksa sizin için: “Neye hüküm verirseniz, mutlaka sizindir!” diye üzerimizdekıyâmet gününe kadar ulaşan yeminler mi var? (Sizin için yemin mi ettik?) 40. Sor onlara, hangileri buna kefildir? 41. Yoksa onların (hüküm sâhibi) ortakları mı var? Eğer (iddiâlarında) doğru kimselerse, haydi ortaklarını getirsinler! 42. O gün (kıyâmet günü) paçalar sıvanır (iş zorlaşır) ve (onlar) secdeye çağrılırlar; fakat güç yetiremezler. 43. (O gün kâfirlerin, pişmanlıktan) gözleri öne düşmüş bir hâlde, kendilerini bir zillet kaplar. Hâlbuki onlar (dünyada) sıhhatli kimseler iken, (okunan ezanlarla) doğrusu secdeye çağrılıyorlardı (fakat namaz kılmıyorlardı). 44. (Ey Resûlüm!) Artık bu sözü (Kur’ân’ı) yalanlayanları bana bırak! Yakında onları, bilmedikleri yerden yavaş yavaş (azâba) yaklaştıracağız! 45. Hem onlara mühlet veriyorum! Şübhesiz ki benim tuzağım (ni’metin ardından,nankörlere vereceğim cezâ) pek sağlamdır! 46. Yoksa onlardan (tebliğ vazîfesine mukabil) bir ücret istiyorsun da, bu yüzden onlar ağır bir borç altında kalan kimseler midir? 47. Yoksa gayb (Levh-i Mahfûz) onların yanında da, onlar (ondan) mı yazıyorlar? 48. (Ey Habîbim!) O hâlde Rabbinin hükmüne sabret! Ve o balık sâhibi (Yûnus) gibi olma! Hani o, (balığın karnında) kederle dolu olduğu bir hâlde (bize) yalvarmıştı. 49. Eğer Rabbisinden ona bir ni’met yetişmiş olmasaydı, o kınanmış bir kimse olarak şübhesiz (ağaçsız) bir alana atılacaktı. 50. Fakat Rabbi onu seçmiş de kendisini sâlih kimselerden (bir peygamber) kılmıştı. 51. Doğrusu inkâr edenler Kur’ân’ı dinlediklerinde, nerede ise seni gözleriyle devireceklerdi ve (hasedlerinden): “Şübhesiz ki o, gerçekten bir mecnundur!” diyorlar. 52. Hâlbuki o (Kur’ân), âlemler için bir nasîhatten başka bir şey değildir.