İnsanın Alamet-i Farikası Olarak “Emanet”

Hoşça bak zâtına, kim zübde-i âlemsin sen,
Merdüm-i dîde-i ekvan olan Âdemsin sen.
Şeyh Galib

İnsanı canlılardan tefrik eden esas hususun neliği, insanlık tarihinin en temel sorularından birini teşkil etmektedir. Bu soruya muhatap kalan her kişinin, tefekkürü nispetinde bir cevabı vardır. Sözüm ona bir çoban için bu alamet-i farika, insanların sair canlılardan çeşitli açılardan yararlanmak, başka bir ifadeyle üzerinde -birtakım ölçülerle mukayyet olmakla beraber- serbestçe tasarruf etmekken; bir doğa bilimlerinde mütehassıs biri için evrimsel süreçle hasıl olan biyolojik gelişmişliğin netice verdiği -diğer canlılara nispetle- gelişmiş rasyonel kapasitedir.

Bu iki cevabın benzer yönlere temas eden vecihleri olsa da pekâla bir hatip, sözü edilen soruya cevaben konuşma istidadını, bir şair, şiire muhatabiyeti, bir zanaatkar, zanaatın imal ve istimalini ileri sürebilir. Fakat verilecek tüm cevapların kestiği ortak paydaya ulaşma gayreti gösterilirse insanın bir maksada matuf irade serdetme ve eyleme geçebilme istidadı tebarüz edecektir. İrade sahibi olmak ve iradesinden çeşitli şekillerde sadır olan pozitif yahut negatif fiillerinden mesuliyet taşıyan yegâne canlı, insanoğludur.

Peki emanetle iradenin ilişkisi nedir? İnsanın irade sahibi olması Rabbinin teklif ettiği ve kul olarak mükellefiyetini yüklendiği emanet olgusundan kaynaklanmaktadır. Emanet, iradeyi; irade, aklı[1]; akıl ise şuuru netice vermektedir. İşte bu nedenledir ki aklen mümeyyiz olmayanlara fiil ehliyeti ve mükellefiyet atfedilmemektedir.

İnsanın yüklendiği bu emanete riayet fıtrata sadakatledir ve bu sadakatten ise ahlakilik hâsıl olmaktadır. Zira insanın fıtratı kulluktur; insan, kul olduğuna şehadet edip bu şuurla kulluğa muvafık bir mütemadi eylemlilik içinde olması halinde ahlakilik husul bulacaktır. Bu açıdan insanı diğer canlılardan ayıran esas kıstas ahlak değil, ahlaki eylem istidadını mümkün kılan emanet ve onun en temel neticesi olan iradedir. Nitekim ahlaki yoksunluk halindeki yani kulluk fıtratına aykırı davranan kişileri alelade bir hayvan ile aynı mertebede konumlandırmayız; esfel-i sâfilîn addedilir ve onları, irade sahibi olmamak itibariyle günahsız hayvanattan ednâ bir konumda buluruz. Bu manaya şu ayet-i celileler dikkat celp etmektedir:

72: Muhakkak ki biz emaneti göklere, yere ve dağlara arz ettik de (onlar) onu yüklenmekten çekindiler ve ondan korktular; insan ise onu yükleniverdi. Doğrusu o çok zalim, çok cahildir. 73: Allah, (bu emaneti insana verdi) ki, münafık erkekler ve münafık kadınlara, müşrik erkekler ve müşrik kadınlara (o emanete hıyanet etmeleri sebebiyle) azap etsin; ve Allah, mümin erkeklerin ve mümin kadınların tövbelerini kabul etsin! Çünkü Allah, Gafur’dur, Rahim’dir.[2]

Ayet-i kerimelerden de anlaşılacağı üzere, azaba layık olmak mesuliyete bağlıdır. Mesuliyetse ancak iradeyle mümkün olacağından irade emanetin bir tezahürüdür. Hakeza bu iradenin fıtrata mugayir istimali ise tövbeyi icap ettirici fiiller olmak hasebiyle yine tövbe istidadı da emanetten hasıl olmuştur. İşte böylece insan, canlılar ve cansızlar (cemadat) aleminden tefrik edilmiş ve ahsen-i takvim üzere bir varlık olarak mevcud kılınmıştır.

Yazıyı Akif’in şu beytiyle hitama erdirmiş olalım;

Meleklerden büyük, hem çok büyük tebcile mazharsın:
Tekâlîfin emânet-gâhısın, bir başka cevhersin!

[1] Burada kastedilen mücerret akıl değil, ruha da şamil olan müsedded akıldır.

[2] Ahzab Sûresi, 72-73.

Yorum bırakın