Hayâ kavramı ekseriyetle, hicab, utanma, edeb, ar, namus, takva kaygısıyla günahtan kaçınmak gibi türlü şekillerde tanımlanmaktadır. Genellikle hayâ kavramından murad, kötülükten çekinme, yani içtinap halini ifade etmektir.
Bunlara ilaveten -fevkalade totolojik bir ifadeyle- hayâ, hayâ edilesi şeylerden hayâ etmek şeklinde tanımlabilir. Fakat buradaki mühim mesele hayâ edilesi şeyler nelerdir, daha doğrusu hayâ edilesiliğin sınırları nerede başlar hatta bu sınırları kim belirlemeye kadir bulunuyor? Bu sorular başka bir yazının konusu olduğundan bizler hayânın çağımızdaki durumuna nazar edip hayânın hayatîliğine değinmekle iktifa edeceğiz.
Hayânın yaygın tezahürü olan utanma hali günümüzde sık sık aşılması gerekilen kötü bir hal olarak tanıtılmaktadır. Örnek olarak belirli eşya ve haller, çeşitli reklamlarda yahut “influencer”ların konuşmalarında basma kalıp ifade ve sloganlar marifetiyle utanılası olmaktan çıkarılmakta; böylece adeta utanmazlığın kamusal tevziratı yapılmaktadır.
Misalen herkesin kulağına bir sefer olsun çalınmış bir slogan olarak “kirlenmek güzeldir” ifadesi bu tevziratın belki de en basit ve belki de en masum örneklerinden birini teşkil eder. Halbuki temizliğin imandan olduğu gerçeğini özümsemiş bir toplumda kirlenmenin övülesi bir yanı olmasa gerek… Fakat bu gibi slogan ve klişeler, tek başına basit gibi görünse de bir bütün olarak değerlendirildiklerinde tikel vakaların birlikteliğinde oluşan tümel etki, toplum ahlakında ciddi aşınmalara sebep oluyor.
Televizyon, tablet, telefon ve sair kitle iletişim araçları, hiç şüphesiz hayâ perdemizin en yaygın belki de en şiddetli şekilde yırtıldığı sahalardır. Gerçekten de vasat bir kişi yeterli bir süre, mütemadiyen günde 2 saat televizyondaki popüler yayınlara maruz kalsa ahlakı büyük ölçüde bozulur. Zira en “düzgün” addedilen kanalda dahi reklamlarla tahşidatı yapılan ve normalleştirilen manzaralar, insanların ahlakına az-çok sirayet ediyor.
Aynı şekilde bir kişinin internete maruziyeti çok farklı neticeler vermeyeceği aşikardır. Hatta daha da ciddi bir tahribata neden olması muhtemeldir. Zira internet televizyondan daha da denetimsiz bir saha teşkil etmektedir.
İşte bu görüntülere maruz kalan kitleleri, dahası kitle iletişim araçlarının ortasına doğan kuşakları kuşatmak, gün geçtikçe daha da güç hale gelmektedir. Haremlik-selamlığın marjinalleştiği, erkek-kadın ilişkilerinde laubaliliğin hakim hale geldiği, özel alanın pekala kamusallaştırıldığı bir gerçeklikte, biliyorum ahlakîliğin tahşidatı kolay olmayacak. Hatta toplu olarak ahlakımızın gün ve gün daha da yozlaştırılmakta olduğu bir vasatta işimizin fevkalade zor olduğunun pekala bilincindeyim.
Halbuki hayâ imandandı ve hayâyı netice veren imanın hanesi olan kalbin surlarına -yukarıda sözü edilen- türlü vasıtalarla ufak ufak açılan gedikler, ortada sur namına harebeden fazlasını bırakmamakta. İşte bu harebelik, imanımıza hücum eden su-i fikir ve vesveselere kalp surlarımızı kolayca aşma imkanı tanıyor ve böylece gönlümüze hakim olmakta karanlık.
Dareyn saadeti, kamil bir iman ile kaimdir; derler. Yani dünya ve hassaten ahiretteki hakiki mutluluk ancak şeksiz bir iman ile mümkündür. İmanın hanesi ise kalbdir ve kalbe iman yerleşince hayâ, imanın nam ve hesabına kalp kalesinin inzibatıyla memur olur. Böylece hayâsız kalpte iman durmaz ve iman olmadan hayattan saadet umulmaz. Nitekim imansız bir kalp taşıyan ruh, bundan olsa gerek ölü addedilir.
Unutulmamalıdır ki iman-hayâ ilişkisinin en esaslı tezahürü duygu ve fikirde hayâdır. Kişi düşündüğü, merak ettiği, sual ettiği ve hassaten sevdiği ve meylettiği hususlarda hayâ etmezse kalp surunda derin gedikler açılır. Örneğin kişi, -haşa- Allah’ın azametine edepsizlik teşkil edecek vesveselere itibar edip aleminde yer ettirirse düşüncesinde hayâyı bir veçheden terk etmiş olur ve neticesinde manevi sıkıntılara düçar olması işten bile değildir. İşte böylesi bir hayâ, tefekkürî bir hayâdır.
Yine de hayânın tekid ve tesisi tefekkürî hayâdan ziyade amelî hayâ yoluyladır. Zira amelî hayânın ferdî olarak tekrar tekrar izharı, kolektif bir hayâyı inşa eden ve bu inşayı muhafaza edip tekrar tekrar inşa eden en önemli cereyandır. Bu nedenle hayânın bir küll olarak devamlılığında ve varoluşunda amelî hayâ, hayatîyet kesp eder. Böylece tefekkürî hayânın içsel amelî hayâ dışsal bir mahiyette olduğu ifade edilebilir.
Netice olarak tefekküri ve amelî hayâ bir bütün olarak şerî bir toplumsallık için varoluşsaldır; zira bu toplumsallığın şerîlik ve dolayısıyla ahlakîlik vasıflarının en esaslı muhafaza vasıtası bir bütün olarak hayâdır. Hatta muhafazası olduğu kadar bu vasıfların da bir neticesidir. Öyle ki gerek şerîlikle ahlakîliğin gerekse de imanla hayânın arasındaki mütekabiliyet aynı şekilde şerîlik ve ahlakîlikle hayânın ve dolayısıyla imanın arasında da mevcuttur. Biri birini netice vermekle beraber her sonuç da varlık sahasına çıkmakla birlikte kendi sonuçlarının sebebini teşkil edeceğinden bir karşılıklılık ve bütünsellik içinde birbirini ayakta tutmaktadırlar.
İşte bu nedenle ahirete gebe fani dünya hayatının saadeti ancak iman ve dolayısıyla hayâ sahibi fertlerin ve bu fertlerden müteşekkil bir cemiyetin inşasıyla mümkündür. Özetle hayâsız bir hayat, saadetin ölümü demektir; ve saadetsiz bir hayatsa, dipdiri bir ölüm mesabesindedir. Öyleyse hakiki anlamda hayatdâr olmak hayâdan, hayâ ise kamil bir imandan geçer.