Bu yazının başlığının “bir atalet tuttu bizi” şeklinde belirlenmesi de uygun olabilirdi. Fakat bahane kavramının en yalın tanımını verdiğimizde aslında bu kavramdan bizce maksatın ne olduğu daha net bir biçimde anlaşılacaktır. Bahane, gerçek sebebi gizlemek için öne sürülen uydurma neden şeklinde basitçe tanımlanabilir. İnsanın fıtratı gereği hatalarını ve eksiklerini kabul etmesi zordur. Hepimiz kendimizden pay biçelim, kolay mı eksikliklerimizi kabullenmek, kabullensek dahi bunu karşımızdakine ifade edebilmek? İnsanın kendisini tam anlamıyla tanıdıkça bunu başarabildiğini, kendisinin farkına vardıkça noksanlarının gözünün önünde zuhur ettiğini ve bunun da ancak yalnız kaldıkça ortaya çıktığını düşünüyorum. Karşımızdaki insanlar artık bize kusurlarımızı söylemekten imtina ediyorlar çünkü ya yüzümüz düşüyor ya da aramıza soğukluk giriyor. İnsana kendinden başka çare kalmıyor. Yalnız başına sessizlikte kalmaksa bu doğrultuda en önemli adım olsa gerek. Zira bu kadar sesin içerisinde kulaklarımız kendimizi duymakta ziyadesiyle zorlanıyor.
Şu an ben klavyenin tuşlarına basarken arkada bir fon müziği çalıyor. Benim kendimle baş başa kalmama vesile olacak bir sessizlik sağlıyor ve yazıyorum:
Kendimi bildim bileli STKların içerisindeyim ve hiçbir zaman bir tek STK çatısı altında bulunmadım. Yıllarca gönüllü olarak koşturdum. Şimdi ise profesyonel olarak çalışıyorum. Her iki dönemde hep bir şeyler yapma derdinde oldum. Büyük ihtimalle de bu dertte olduğum için şu an bunları düşünüyorum.
Süleyman Ragıp Yazıcılar, Sivil Toplum Akademisi’nin raporunda STKların son dönemlerini ifade ederken şu şekilde yazmıştı: “yöntemler, hedefler, faaliyet alanları” gibi hayati konularda dahi kafası karışık idareciler, gönüllü ve bağışçı ilişkilerinde yorgun düşmüş kurumlar…” Kafamız gerçekten karışık mı ve gerçekten bir yorgunluk mu var üzerimizde? Bunlar STKlarda faaliyet gösteren herkesin kendine sorması gereken sorular olabilir ve cevaplarımız cihetinde bulunduğumuz yere ve yaptığımız işe göre bir işgalin parçası olup olmadığımız konusunda bizi kendimizle yüzleştirebilir. Birçok farklı alanda çalışma yapan STKlar mevcut. Herkes kendi çalışma yaptığı alan üzerinden bu soruları kendisine yöneltebilir.
Örneğin kendimizden kaynaklanan sıkıntı ve problemlerin aslında öğrencilerden kaynaklandığını kendimize ve karşımızdakilere ne çok anlatır olduk. Bir de bununla kalmadık hem kendimizi hem de karşımızdakileri buna inandırmak için çaba sarf ettik. “Öğrenciler salgın dönemi nedeniyle çok bireyselleşti.” Peki ya biz, odamızdan çıkıyor muyuz, odamıza gelip derdini anlatan öğrencinin gözlerine bakarak usanmadan derdini dinleyebiliyor muyuz? Biz ne için çalışıyoruz? En önemlisi de bu. Ne için çalıştığımızın idrakinde miyiz yoksa az önce dediğim gibi bir işgalin parçası mıyız?
Muhtevasını yitirmiş faaliyetlerimiz kimin için? Öğrenci mi, kaçıncı sırada? Onun varlığı mı bizim için önemli olan yoksa varlığıyla ortaya koyduğu sayı mı, yani o bir mi yoksa Bekir mi?
Öğrencilere yönelik olup projeksiyonun bize dönük olduğu faaliyetlerde gösterdiğimiz hassasiyetten bir fazlasını, odasının kapı kolu kırılan öğrencinin sıkıntısını çözmek için gösteriyor muyuz yoksa göstermeyip başka şeyleri de mi kırıyoruz? Odada yanmayan kaloriferin bir an önce tamir edilmesi en temel görevlerimizden birisi değil midir? Yoksa öğrenci nankör ve bilinçsiz midir? Bu tür şeylerin üstesinden “vakıf bilinci” başlığı altında söylemlerde bulunup akabinde eğitimler vererek mi gelmeliydik? Öğrencinin, evine gitmek için yol parası olmadığını fark edemedikten sonra elli tane faaliyet yapmışsın, ne anlamı var? Bu minvalde, iş ahlakımız Allah’ın boyasıyla boyanmadıktan sonra boyamaya çalıştığımız gözler vakti geldiğinde sizce nelere şahitlik eder?
Belki gerçekten de kafamız karışık ve ruhumuz yorgun. “Evet ama…” diye bir ses yükselir ve yine başlarız.
Kendimle yüzleşiyorum ve kendime kızarak yine diyorum ki:
“Etki edemeyeceğin ‘büyük’ meseleleri konuşarak geçirdin ömrünü, yapabileceğin ‘küçük’ şeyler varken.”
*tashih için mollazade’ye şükranla…